Emre KOÇ

Emre KOÇ

Uğultu "Hikaye"

A+A-

Etraf sessiz. İn cin top oynuyor dedikleri kadar var. Arabalar mışıl mışıl uyuyor. Hamile eşine aşerdiği nevaleyi almaya giden adamı rahatlıkla seçebilirsiniz. İçeride ıslık çalan çaydanlığın sesi kapı pervazını yalayarak kulağına saplanıyor. Demin habercisi bu ses. Koyu gecenin koyu misafiri. Eskiden beri demli çaya tavşankanı denildiği aklına geldi birden. Tavşanın kanını döküp adını dokuz köye duyuran kırmızımsı sefalet. Doğada kendi halinde bir oraya bir buraya zıplayarak yaşayan hayvanla ne alıp veremediği var bu insanların. Gören de Afrika sahanlığında milattan önce bilmem kaçıncı yüzyılda mızrakla avlanıyoruz sanır. Kim bilir belki de genlerimize işleyen ilkel alışkanlıklarımızın dışa yansımasıdır bu. Tabiata başka gözle bakamayışımızın en makul açıklaması budur diye düşündü. Islıktan tıkırdamaya dönen kaynama sesiyle irkildi. Başparmağı baş gösteren terliğini giyindi. Mutfağa doğru yöneldi. Yanardağını andıran fokurdayışla kaynayan demliğin burnundan çıkan dumanı ve sıcak su ateşini gördü. Tamamdır, eyvallah dedi doğalgaz faturasına. Aybaşında görüşürüz. Koskoca evde temiz bardak aramanın telaşı vardı şimdi. Bardakların bulunduğu rafın kapağını açtı. Bakir toprak gibi adeta dümdüz, bomboş ve yoktu. Onca bulaşık arasından bu akşamki efkâr-ı umumi demine eşlik edecek camdan dostunu seçip bir güzel yıkadı, duruladı ve kuruladı. Çay kaşığını da tabi. Bazen canı çeker, çayın yanına nevale katardı. Genelde uzun kış akşamları. Yazın sıcaklığından mıdır nedir pek tercih etmezdi. Geçiş mevsiminde de işler karışıktı. Yesem mi yemesem mi ikilemi çözümsüz büyüyen bir problem izlenimi verirdi.

Kumandanın kırmızı düğmesi. Açıl susam açıl. İnsanlığın üzerine karabasan olup çöken bir hayaletten kendisini soyutlamanın hiçbir işe yaramayacağını iyice anlıyordu artık. Zap, zap, zap. Bütün kanallarda aynı haber. Salgın var. Her yeri kasıp kavuruyor. Spikerin, ışık görünce dumura uğramış tavşan bakışlı hali değişmiyor. Önceden bazı tuhaf haberleri tebessüm ederek sunardı. Şimdi ara ki bulasın. Salgın bulaşmadan vuruyor insanları. Karamsarlık, korku, endişe, kaygı… Yurt dışında vurgun büyük. Uygarlık teranesi çatır çatır çatırdıyor. Yurt içinde ise son sığınak hissi uyandırıyor her şey. Sanki Nuh’un gemisi gibi dünyanın ortasına kurulmuş ülkem. Dört bir taraftan çift çift, tek tek gelip gemiye sığınacaklar. Tarihin zor dönemeçleri olur. En kesif orduların yükleniyor dördü beşi deyişine yansıdığı gibi yazgının kabuk döktüğü zamanlardır bunlar. Kalpte yanan gönül ateşinin harlandığı, tufanla suya oturup, tufandan sonra karaya ümit tohumlarını eken neşvünemâ zamanlar. Cümle yurdumun kıyama kalkışına daha kaç kez şahit olurum Allah bilir. Dünyada eşi benzerine az rastlanır. Ulusçu, milliyetçi ve cihatçı kaygıları elimine edip var olan gerçekliği hak ettiği doğasına kavuşturan safi öze dönüş bu, diye düşündü. Bilim Kurulu üyeleri, ülkenin yüzde sekseni dışarıya çıkmazsa salgın kısa sürede biter diyordu. Yetkilisi, gönüllüsü, ehli aralıksız çalışıyor. Göbek kaşırı, kül tablası gibi kokan bağımlısı, siyasetten vurgunu ve klavye şövalyesi ha bire konuşuyordu. Bana bir şey olmazcıların yüzünde kapkara cehalet okunuyordu. Duyarlı insanların sayısıyla bilinçsiz insanların sayısının eşit olması bile günü kurtartmaya yetiyordu. Derken çayının bittiğini ve demliğin soğuduğunu fark etti. Kafeteryada henüz bardağın dibindeki çay bitmeden bardağı alan garsona inat, son yudumu da mideye indirdi. Çayın içini kaplayan sıcaklığını diyaframında, sağ ve sol kollarında rahatlıkla hissedebiliyordu.

Kafam kazan gibi, diye sayıkladı. Onca işin arasında bir de salgın çıktı başımıza. Yayınevini, dağıtım şirketini her gün arıyor, sürecin piyasayı ne boyutta etkileyeceğini takip ediyor, ön görülebilir olasılıkları hesap ederek daha dikkatli adımlar atmaya çabalıyordu. Akademiyle yolunu ayırdıktan sonra girmişti bu işe. Beyazıt’ta bir yayınevinde dergi editörlüğü yapıyordu. Ülkede bohem yaşamını taşıyabilecek başka uygun iş olmaması onun için bir avantajdı. Kâğıt ve mürekkep kokusundan ayrı yaşamayı hayal bile edemiyordu zira. Dergiyle uğraşırken diğer yandan da uzun süredir yazdığı romanın son faslına iliştireceği sahneyi daha çarpıcı hale getirecek kurgu tasarımıyla meşguldü. Gürültüye ihtiyaç duymadığı zamanlarda sessizliği severdi Arif. Yazar sükûnetten mi yoksa gürültüden mi beslenir? diye sorulan soruya verilecek iki cevap vardı. Hem sükûnetten hem de gürültüden. Gürültüde sessizlik ya da sessizlikte gürültü doyum imgesi olarak insanın karşısına çıkıyor. Yoksa insan hem sırf sessizlikte hem de sırf gürültüde kafayı yer. Kafası kazan gibiydi Arif’in. Sayıkladığı kadar vardı. İki doyum ikliminin üzerine bir de salgının gölgesi çökmüştü. Vakit gece yarısında çanlarını çalmaya başlamış. Arif demliğin son demine suyu katmakta. Fakat yapacak çok iş var. Önce sükûnete kavuşmalıyım, yoksa ne işimi yapabileceğim ne de gözüme bir damla uyku girecek, dedi. Ne zaman sükûneti arasa önce kitaplığının karşısına geçer, sonra sadece o âna mahsus parıldayan kitabı eline alır ve incelerdi. Evet. Mahalle sessizliği içinde duyulan yazar adımları. Tıp tıp tıp. Gelibolu, Kalamış’ta Bahar, Cehennem… Önce gözleriyle seçer, sonra eliyle kitaba uzanıp usulca rafından alırdı. Ah evet, Camus. Camus’un Veba’sıydı gözüne ilişen. Hemen kitaplıktan Veba’yı alıp tozunu silkeledi. Zamanla sararan sayfaları için yapacak bir şey yoktu. Altını çizdiği kesitleri incelerken zihnindeki temanın berraklaştığını hissediyordu. Felaket ve umut arasında mekik dokuyan insanların veba salgını karşısındaki dalgalı yazgısını işliyordu eser. Ona göre anlatının giriftlik ve polemikten uzak bir üslupla akıyor oluşu, eserin insan yaşamının gerçekliğinden yola çıkılarak kaleme alındığının göstergesiydi. Fakat tarih, Camus’a Veba ile yakaladığı başarıyı kızgın demirle döven dincilerin ve her şeyi metalaştıran liberallerin hissiz çıkarları arasında büyüyen politizmi de gösterir. Sömürge toplumunda insan doğasının geleceğine dair yaşadığı umutsuzluğu nihilizmle damgalar. Sonuçta Camus, Nietzche ile benzer kaderi paylaşır. Geleneğin ironisi karşısında, ayrıksılıklarına rağmen kol kola yürürler. İnsan, dünya denilen ana karaya ayak basalıdan bu yana ne çok salgın yaşamıştır. Tanrı’nın ilahi cezası olarak yorumlanmaya müsait bir gelişme. Ya da bilimsel devrimle doğanın intikamı mottosuna evrilen histerik söylem. Yahut koca bir yanılgı. Son günlerde Batılı sosyologların yeni bir uygarlık meydana getirmeliyiz ve yerli psikiyatrların yeni bir ahlak inşa etmeliyiz deyişleri geldi aklına. Uygarlığı, geçirdiği dönüşüm kuşağından sıyırıp arketipine dönüştürebilmenin imkânını sorguladı. Yeni ahlak tasarımının ardında ahlakın yanından ayrılmayan varoluşsal inanç temayüzlerini başkalaştırmadan post-fıtrat ahlakçılığını gündeme getirmenin risklerini düşündü. Varlıkla kavga etmeyen varlıksılığın imkânsızlığını… Uzunca düşüntüden sonra yaşadığı zamanın gündeliğine döndü. İnsanlar salgın karşısında ne yapıyorlar? Yüzyılın toplum ve devlet teorileri yaşanan süreci nasıl yorumluyor? Dünyanın öbür tarafında bilişim şirketleri salgına karşı insanlığın verdiği tepkileri nasıl ölçüyor, verileri neye göre dizayn edip depoluyorlar? Komplo teorisyenleri haklı çıkaracak, bio-politikanın küreye dair gamsız tasarılarını hayata geçirmek için uygun bir zemin mi inşa ediliyordu ya da? Kendini çatırdayan ve sırayla üzerine yığılan soruların içinde buldu. İrkildi. Kendine geldi. Teknolojinin şimdiki kadar yaygınlaşmadığı zamandı Camus’un yaşadığı dönem. Belki de ihtiyaca binaen salgın postasını kurguda işlemişti. Salgın postası, salgınla ilgili gelişmeleri yetkili mercilerden topluma ulaştırmanın en güvenli vasıtası olarak düşünülmüştü. Toplumda kontrol dışı gelişen infial ihtimalini en aza indirerek vatandaşları salgına karşı psikolojik olarak güvenli alanda tutabilmek için isabetli bir adımdı. Şu zamanda salgın postasının sağladığı yararı güncel medyanın ne kadar başarabildiğini düşündü. Neticede dünya Oran şehrinden daha büyüktü. Dolayısıyla iletişim mekanizması da doğal evrimini her geçen gün tamamlıyordu. Fakat teknolojide yaşanan mevcut büyüme aynı zamanda bilgi kirliliği denilen zafiyeti de palazlıyordu. Herkesin her şey hakkında sınırsızca konuşabilmesi, birinin bir şey hakkında gerektiği kadar konuşabilme lüksünü gölgede bırakıyordu. Düşünce özgürlüğünü, ifade ve eylem özgürlüğüyle eşitleyen kaba yaklaşımın doğurduğu zararları insanlara anlatabilmek ne kadar da zordu. Fromm’un özgürlükten kaçış çığlığını duydu birden. Bauman’ın akışkan modernite olarak kavramlaştırdığı, her şeyin derinine sınırsızca nüfuz eden yazgı yanılgısı zihninde belirdi. Özgürlüğe kaçışla özgürlükten kaçışın arasındaki farkı kavratabilmek kim bilir belki de yüzyılı aşkın politika, edebiyat, sanat ve felsefe yatırımıyla mümkündü. Uçsuz bucaksız düşüncelerin derinine daldıkça hafiflediğini hissetti. Duvardaki firma amblemi taşıyan saate bakınca vaktin gece yarısını aştığını fark etti. Yatsı namazını kılmak için niyetlendi. Veba’yı kanepenin yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Lavabonun ışığını yaktı…

Yalnız yaşamaya alışmışlığın dinginliği vardı üzerinde. Görücü usulüyle yaptığı evliliğin bitimi üzerinden yedi sene geçmişti. Eski eşi Yaseminle güzel geçen yılların hatırına seviyeli ve saygılı bir iletişim kalmıştı geriye. Arif kızına duyduğu özlemi tarif etmekten kaçınırdı hep. Boşandıktan sonra annesinin yanında baba figürünü yeterince özümsemekten mahrum şekilde büyüyordu. Ayrı şehirlerde yaşamanın kattığı zorluk da cabasıydı. Buna rağmen Arif işinden gücünden bulduğu ilk fırsatta kızının yanına gidiyor, senenin parmakla sayılı günlerinde sevgisini kızıyla paylaşıyordu. Yine de büyürken onun yanında olamamak Arif’i derinden yaralıyordu. Dünyanın bitmeyen kasvetli hengâmesinde insanın yavrusunu bütün kötülüklerden korumak için Allah’a dua etmekten başka çareler arayıp ona varlığını hissettirmek için çabalaması, yaşamda sadeliğini koruyan ve yarası kanayan güçlü, arı ve duru bir istençti. Bu istenci içten soluyan Arif, sorumsuzca çiftleşip yavrusunu bir köşede kaderine terk eden ebeveynlere karşı hayret ve öfke duyuyordu. Yazgı denilen levhaya kötülüğün karası çalınsa da insan bir çocuğun masum yüzüne bakma saadetini Tanrı’ya lanet ediyormuşçasına elinin tersiyle geri çevirmemeliydi. Kızını her özlediğinde Tagore’ın o meşhur deyişi gelirdi aklına, doğan her çocuk Tanrı’nın insanlıktan ümit kesmediğinin işaretidir. Üniversite yıllarında ev işlerine biraz olsun alışmıştı. İlk yemek yapma deneyiminin tuzlu geçmesi yadsınamazdı. Böyle anlarda yemeği kim yaptıysa o dışarıdan yemek söyler, daha iyi yemek yapabilme kabiliyeti kazanma için gerekli bedeli öder ve yavaş yavaş ustalaşırdı. Bulaşığa karşı ön yargı onların evinde de olduğu için bulaşık yıkama alışkanlığını kazanamamıştı. Tüm yağı ve yokuyla günlerce bekleyen tabak, kaşık ve çatallar evde tuhaf kokular oluşturmaya başlayınca ancak topluca yıkanırdı. Değilse lazım olan parça temizlenme lütfuna erişebilirdi. Yıllar geçse de Arif’in yaşamında ev işleriyle ilgili alışkanlığı değişmedi tabii ki. Modern çağın parodisidir dışarıda yemek yemek. Öyle yıldızların altında falan değil. Bahçeli evin çardağında değil. Işıltılı restoranların gürültülü kalabalığı arasında göstere göstere yemek yeme marifetidir bu. Kasvetli tuhaf ortam. Arif yemeğini yer yemez çay ikramına kalmadan kalkar giderdi.

Namazını kıldıktan sonra daha da hafifledi Arif. Geceyi olduğunca uzun tutuyor, uykusunu geç saatlere erteliyordu. Burnuna kahve kokusu geliyordu. Öncelikle salondan çay takımını alıp mutfağa götürdü. Demlikteki çay parçacıklarını çöpe döktü. Çaydanlığı ve bardağı sudan geçirip tezgâha bıraktı. Kahve makinesine filtre kahvesini ve suyu koyduktan sonra kaynamasını bekledi. Mutfağın penceresinden şehrin ışıklarını, kendi gibi gecenin geç vaktinde lambası yanan daireleri, çöp konteynerında yiyecek arayan kedileri, havlayan cesur bekçi köpekleri, esmeyen rüzgarın hareketsiz ağaç yapraklarını izlemeye koyuldu. Kahvenin demlendiğini haber veren tık sesini duyunca Kadıköy iskelesindeki kitapçıdan aldığı hediyelik kupasına filtre kahvesini doldurdu. Okuyucudan, bu adam kendi kendisiyle bile olsa hiç konuşmuyor mu?  sorusunu duyuyor gibiyim. Arif’e sorabilme imkânımız olsaydı, yüksek ihtimalle mırıltılı tırınmalar derdi. Tek başına evin içinde sesli cümle kurmak pek de akıl kârı değildir. İnsanı, acaba deliriyor muyum?  fikrinin karıncalanmalı buğusuna getirir. Arif’i anlamak için kahve kokusunu alıp kapısını tıklatmak lazım. Gecenin yarısı gelen davetsiz misafiri kabul eder mi? bilemeyiz. Kupayı alıp tekrar salona dönen Arif tam Camus’un gündemine dalacaktı ki sürekli titreşimde olan telefonu çaldı. Gecenin bu geç saati arayanın kim olduğunu merak etmemek de yalnız yaşayanların yadırgamayacağı bir durum. Telefon çalmaya devam ediyor, Arif sanki aranacağını tahmin etmiş gibi sakince kupayı sehpaya bıraktı ve telefonu eline aldı. Arayan Selami. Yayınevindeki tasarımcı cevval gençlerden biri. Arif, hayırdır inşallah diyerek telefonu açtı. Alo derdirtmeden selam vererek lafa girdi Selami. Sesinde günün mü haftanın mı olduğu belli olmayan yorgunluk vardı. Kısaca hal hatırlaştıktan sonra, yayınlanıp yayınlanmayacağı konusunda tartışmaya yol açan yazının dizgisiyle ilgili soruları sormaya başladı. Arif hıhımm diyerek sükûnetle dinliyordu onu. Her şey tamam, yalnızca fotoğraf mı kaldı sorun olarak? diye enterese olduğunu yansıtarak yanıtlamaya başladı Arif. Abi, dedi. Fatma hanımın bu ayki hazırladığı fotoğraflar arasında yazının kurgusuna değen herhangi bir fotoğraf yok. O zaman önceki dönem dosyaları arasında basılmamış fotoğraflardan birini tercih et dedi Arif. Sakinliği, gecenin avazında gündüzden çıkagelen tuhaf problemin kulağında yankılanmasından daha değerliydi. Neymiş, patronun Urla’daki komşusunun edebiyat mezunu olan kızının yazısıymış. Yani derginin aurasına uysa tamam da üstüne üstlük bir de emrivaki geliyor. Aylar öncesinde kurulca yayına uygun görülen bir sürü yazı var. Patrondan torpilli yazıyı güzelim sayıya iliştirmenin, hem de hiçbir hassasiyet gözetmeden kabul etmenin tarifi imkânsız zorluğunu yeniden omzunda hissetti. Abi orda mısın? dedi Selami. Buradayım Selami söyle diye yanıt verdi. Dizgi işlemi bitince e-maille sana atarım incelersin abi dedi. Tamam kardeşim, başka bir şey yoksa? Yok abi, iyi geceler kendine iyi davran dedi. Arif, hadi len ordan köfte diye söyleşince gülüşerek kapattılar telefonu. Vebayla eyleşirken yanına mazot olarak kattığı filtre kahvesini, Selamiyle konuşurken çoktan bitirmişti.

Uykudan kaçarken peşine düşen belirsizlikti. Sanki mor emoji atan şeytanın kulak telkiniyle içi gıcıklanıyordu. Offlayıp pufflamanın hududunda huzura kafa atan saat sesini bakışıyla susturmaya çalışıyordu. Aslında hepsi, akşamdan beri kaşıdığı huzursuzluğun inzibat gibi başında dikilmesinden ibaretti. Derken aklına bir fikir geldi ki sorma. Yapma Arif, pişman olursun diyordu kendi kendine bıyık altından gülümseyerek. Kanepeden kalktı, salonun caddeye bakan, şehrin siluetini gören manzarayı eve buyurmak için perdeyi sonuna kadar açtı. Üniversiteye çıkan yolun sarı ışıkları, şehrin boynuna takılmış altın gerdanlık misali doğuya doğru uzanıyordu. Çalışma masasına kurulup yazdığı romanı tamamlamaya koyuldu. Ne zaman gecenin bir yarısı yazmaya niyetlense soluğu kuşluk vaktinde alıyordu. Uykusuzluk ve yorgunluğu ikiye katlamanın bedeli de gün içerisinde ziyadesiyle çıkıyordu. Gözleri kana çanak tutuyor, eliyle yüzünü ovuşturup kendine gelmeye çalışıyor, hele bir de toplantı neyin varsa çin işkencesini sinir uçlarında hissediyordu. Lakin yazarken dörtnala koşarak delişmen atını maksuda ermişliğin direğine bağlamışsa zamanı öldürmediğine ikna oluyor, rahatlıyordu. Aksini düşünmek istemese de onca gayretin sonunda müspet bir yere varamamışlığın ihtimali de içini yakıp kavuruyordu. Şimdi masasına kurulmuş, bilgisayarın başında. Karar verme faslı geçmiş. Artık yola revan olma vakti. Altta çalan hafif dinleti sesi eşlik ediyordu Arif’e çalışma masasında…

Alarmı kurmayı unutmuş. Gözlerini açtığında salondaki kanepede sızdığını fark etti. Pencereden içeri gün ışığı girmiş, evin orta yerine yayılmış. Uyandığında kendine gelene kadar beş on dakika boylu boyunca düz oturdu. Perçeminin altı kütleyle ezilmiş gibi alnındaki ağırlığı yavaş yavaş algılıyor, kaslarındaki gerginliği gevşetecek pratik egzersizi nasıl yapacağını düşünüyordu. Gökyüzüne baktı. Mevsim dönümünde havanın griyi kovalayan beyazlığına bakarak yağmur olasılığını ve ısısını tahmin etmeye çalıştı. Telefonun sağ üst köşesinde yanıp sönen mavi ışık, bildirim yoğunluğunu haber veriyordu. Elini yüzünü yıkadı. İyice kendine gelmişti. Paltosunu giyinip büroya gitmek için yola koyuldu. Sabah trafiğinin yoğunluğunu atlatan saatlerde işe gidebilmenin avantaj olduğunu düşünüyordu. Sokağın bitiminde simit poğaça satan unlu mamülleri dükkanından kahvaltılık için birkaç parça kır pidesi ve poğaça aldı. Çalışanın yüzünde beyaz maskeyi görünce acaba yanlışlıkla hastaneye mi uğradım diye muzipçe mırıldandı. Salgından korunmak için herkes kendi önlemini alıyordu. Beyaz maske, eldiven, dezenfektan falan derken sokaktaki hayatın sterilliği göz kamaştırıyordu. Bunca hassasiyetin ardında korku, tedirginlik ve kaygının insanlığı esir ettiğini anımsamak içindeki muzip çocuğu uslandırıyordu. Müşterisi azalmıştı kır pidesinin. Cam bölmenin ardında sevdiği kıymalı pidenin bitmiyor oluşuna sevinmeli miydi bilemedi. Belli ki Camus’un sokağa çıkma yasağı bu diyara uğramamıştı henüz. İnsanlar yaşama kaldıkları yerden devam ediyordu. Beyaz sedan arabasına bindi. Çevre yoluna bağlayan caddeye ulaşmak için oturduğu sokağın iki sokak arkasını dikey geçerken dış cephe kaplaması henüz bitmemiş binanın bitişiğindeki üç katlı evin önünde kalabalık gördü. Tedirginliğin kaygıyı tırnakla kaşıyan ürpertici cızırtısını duyumsadı. Kaldırımda kendisine doğru gelen otuzlu yaşlardaki gencin, sokak ortasında motoru çalışan arabanın içindeki şoföre baktığını fark etti. Debriyajı hafif salarak arabayı az ileri yürütürken sağ ön camı açtı. Sırtında kapüşonu, elinde sigarası, saçı sakalı karışmış gence el ederek sordu. Delikanlı bir bakar mısın? Buyur abi, dedi delikanlı. Şu kalabalık da neyin nesi? Beyaz arabada oturan şoförün mahalle sakinlerinden biri olduğunu tahmin eden delikanlı, sorusunu çekinmeden yanıtladı. Nedim amca diye biri abi. Umre dönüşü fenalaşınca hastaneye kaldırmışlar. Salgına yakalandığı anlaşılınca karantinaya almışlar fakat nafile. Yaşlıların salgına daha hızlı yenildiğini söylüyorlar. Nedim amcanın yaşı da vardı yetmiş küsur. Cenazesini bekliyor kalabalık. Ortalık karışık. Cesedi, pardon naaşı hastanede, yetkililer salmıyor. Valilik de yakından takip ediyormuş bu tür vakaları. Arif’e başka soru sorma fırsatı bırakmadan bütün cevapları vermişti delikanlı. Peki kardeşim, sağolasın dedi Arif. Arabasıyla büronun yolunu tuttu. Trafikte ilerlerken salgının hayatı kuşatıyor oluşunu iyice saptıyordu. Aklına Yasemin ve küçük kızı geldi. Taşra da yaşıyor olsalar da dünyayı saran salgının her gözeneğe nüfuz edebiliyor oluşu içindeki tedirginliği tetikliyordu. Virüsün, arabanın camından içeriye sızıp ciğerine yapışması sanrısından kaçarak hemen telefona sarıldı ve Yasemin’i aradı. Belki de son kez kızıyla konuşacağı kaygısına kapılarak henüz yanıt verilmeyen aramanın bekleyiş sesini dinliyordu. Açmadı Yasemin. Normalde işi vardır deyip geçiştirdiği bu durumu o an olağanlaştıramadığı için kesif serzenişlere daldı. Gün içinde fırsat bulup bir ara eczaneye uğrama fikri belirdi zihninde. Maske, eldiven, dezenfektan ne varsa ne gerekiyorsa almalıydı. Akşam haberinde salgınla birlikte medikal dezenfekte ürünlerde fiyat artışı ve stok sorunu olduğu bilgisi veriliyordu. Kim bilir kaç lira paha biçti vicdansızlar diyerek hayıflandı piyasanın umut tacirlerine. Zor zamanda vatandaşı yokuşa süren firmaları, hayat normale dönünce boykot edeceksin aslında diyordu kendi kendine. Veba’daki umut tacirlerini anımsadı. Devir değişse bile insanın yontulmamış küt yanı toplumun yazgısına acımasızca düşüyordu.

Hana girdiğinde salgının iş hayatını usulca etkilediğini, maskeli telaşlı esnafın ne yapacağını bilmeyen ürkek halini görünce daha iyi anladı. Asansörle yukarı çıkarken büroda kendisini nasıl bir tablonun beklediğini merak ediyordu. Zira salgının toplum üzerindeki etkisi her geçen gün artıyordu. Büroya yaklaşınca girişteki otomatik kapı açıldı. Odasına girmeden patronun yanına uğrayıp gündemle ilgili karşılıklı değerlendirme yapabileceğini düşündü. Efkan Bey burada mı? diye sordu sekretere. Hayır Arif abi, Efkan bey yoklar, bugün büroya uğramayacağını belirtti, dedi. Birkaç ay önce işe başlayan Rukiye hanımın abili mabili hitap etmesini yadırgamadı. Odasına vardığında sürekli tembihlemesine rağmen havalandırılmadığını görünce sabrını derinden solukladı. Üstelik salgının kapı aşındırdığı şu zamanda biraz farkındalık taşıyarak işe özveri katmanın sanıldığı kadar zor olmadığını kime söylüyorum ki diyerek haykırıyordu. Pencereyi açtı. İçeriye havayla birlikte soğuk da girdi. Üşüyeceğini umursamadan montunu ayaklı vestiyere astı. Masasındaki kablolu telefonda sıfırı tuşlayıp çay ocağını aradı. Her zaman olduğu gibi telefonu Narin abla açtı. Narin abla, yıllardır asgari ücretle çalışan, kazandığı parayla iki evlat yetiştirmiş, kocasını kaybettikten sonra çocuklarına babalık da yapmış emektar ablasıydı büronun. Arif her gün ilk arayışında önce hali hatırını sorardı. Arada çocukların durumunu sorup bir ihtiyacı olup olmadığını yoklardı incitmeden. Yaşama dört elle sarılıp ümidini kaybetmeyen, kanaat ederek geçinen emektar insanlara karşı vefa besliyordu Arif. Onların yazgıyla cesurca yüzleşmesine saygı duyuyordu. Nezaketini yansıtan ses tonuyla istediği orta şekerli Türk kahvesi masasına geldi. Geceden beri telefonda bakmadığı e-maillerini artık incelemesi gerektiğini düşündü. Boğuk hırıltıyla açılan masa üstü bilgisayarın fanı salgına yakalanmışa benziyordu. Tarayıcının sekmesini kaydırıp yeni pencerede e-mail hesabını açmaya çalışırken, odadaki pencerenin açık olduğunu hatırladı ve koltuğu tekerleğinden yürütüp oturduğu yerden kalkmadan pencereyi kapattı. Bilgisayarın başına döndüğünde e-mail hesabının açıldığını görünce kendini güne hazır hissetti. Eveet kim ne mesaj atmış bakalım diyerek gelen e-mailleri incelerken ilginç bir mesajla karşılaştı. Tanımadığı Abuoraman Mahamat adında yabancı bir gençten gelen mesajdı bu. Ben Afrikadan Kamerundanım. İhtiyacımız olan bir dünya var ve yardımınızı istiyoruz diyordu. İlk etapta şaşkınlığını üzerinden atamasa da eksik Türkçesiyle dünyanın öbür ucunda yaşama tutunmaya çalışan insanların kendilerini hatırlatmasının ağırlığını tarif etmekte zorlandı Arif. Fransa’nın sömürgeleştirdiği topraktı Kamerun. Abuoraman’ın mesajını okurken kürenin uzak diyarlarına medeniyet götürme iddiasıyla yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden Batı’nın karanlık yüzünü anımsadı. Camus’un Cezayir’de çektiği acıları belli ki Kamerun’da Abuoraman da duyumsuyordu. Kurak toprakta kardelen yetiştiren siyah derili beyaz yürekli insanlığın çalınan hayalini, talan edilen yaşam enerjisini arıyordu. Beş on karakterde adeta taşan vefa arayışıyla vicdan denilen ummanı paylaşamayan insanımsılığı başdaştırmakta güçlük çekiyordu. Bocaladı. Afalladı. Nasıl cevap vereceğini bilemedi. 

Kafasındaki uğultu giderek artıyor, çanlar Arif için çalıyordu. Salgının ruhuna yaydığı tedirginlik damarlarından usulca çekiliyordu. Mesajı okuyana değin zihninde kurguladığı hazin ölüm senaryosu damla damla akıyor kayboluyordu. Kaygının yerini hüzünle karışık mahcubiyet alıyordu. Vicdanın ağır yükünü sırtlayacak gücünün kalmadığını fark ediyordu. Beyninde taşıdığı raflar sıra sıra çöküyor, her yanı tozlu kitap kokusu kaplıyordu. Yaşadığı huzursuzluğu bileğinden kelepçeleyip kalbinin karanlık dehlizlerinden birine hapsetmenin imkânı yoktu. Kahvesini, evrak çantasını, dergi sayı dosyasını öylece masasında bırakıp paltosuna sarıldı. Günün ortasıydı ve hışımla çıkıyordu bürodan. Boş kahve fincanını almaya gelen Narin abla Arif’i dışarı çıkarken gördü sadece. Anlam veremedi. Aklında, vaktiyle faaliyetlerine katıldığı uluslararası yardım platformuna gitmek vardı. Salgının cirit attığı sokakları sırasıyla aşıp vakfa ulaşmak istiyordu. Arabaya bindiğinde radyoda yayınlanan gün ortası haberlerine kulak verdi. Haberde altmış beş yaş üstü vatandaşlara sokağa çıkma yasağı getirildiğini, yasağa uymayan vatandaşlara para cezası kesileceği söyleniyordu. Kırmızı ışıkta durunca, başındaki kasketinden emekli olduğu anlaşılan beyaz yüzlü bıyıklı yaşlı adamı fark etti. Hızla geçen zaman hiç olmadığı kadar yavaşlıyor ve duraksıyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar