Emre KOÇ

Emre KOÇ

KARA MİZAH – “BENİM VERDİĞİM VERGİYLE"

A+A-

Sanki koca bir evin sahibiyimiş, evdeki diğer fertlerin de reisiymiş, kendisi olmadan diğer herkes perişan olurmuş gibi toplum mühendisliğine soyunarak dar yaşam alanında distopya kuran küçük dağların tanrıcığı bakış açısından bahsedelim mi biraz? Oww shit! Sert bir giriş oldu galiba. Neyse araya yumuşak geçişler de serpiştiririm, ortada buluşuruz.

“... benimmmm verdiğim vergiyle...!” diye başlayıp sahiplik eki bol deyişlerle giden konuşmalar herkesin malumu. Sanki koca ülkede vergiyi sadece kendisi veriyormuş; ekonomiden politikaya, turizmden alt yapıya varana değin her işi kendisi finanse ediyormuş da kimse bu emeğinin kıymetini bilmiyormuşçasına haklılık payı arayan bir bakış açısından bahsediyoruz. Bence üşenmeyelim, merak edelim, acaba bu bakış açısı iddia ettiği kadar haklı mı değil mi diye hep birlikte mantık terazisinde bir tartalım derim. Ne dersiniz?

“...benimmm verdiğim vergiyle maaşını alıyor, bu veznede oturuyorsun!” dedi adam.

“Sen de benim verdiğim vergiyle yapılan yollardan arabanla geçiyorsun, geçme!” dedi diğer adam.

Derken bir kadın sesi geldi uzaktan: ”benim verdiğim vergiyle yapılan alt yapı hizmetlerinden yararlanıyorsun, yararlanma kardeşim" dedi.

Annesinin elinden tutarken bir yandan da yaşananlara şaşkın şaşkın bakan çocuk atıldı birden: “senin çocukların annemin verdiği vergiyle yapılan okulda öğrenim görüyor, al çocuğunu okuldan, git nereye yazdırırsan yazdır" deyince herkes afalladı.

Veznede sıra bekleyen hemşire dayanamadı. “Bu adamın tansiyon hastası babasını ambulansla acile bizim paramedik arkadaşlar getirdi. Madem öyle, o zaman vergimizle alınan ambulansı kullanmasın" dedi hemşire, dikkat işaretini çakıp cıssss diye tıslayarak.

Vergicibaşı adamda ses yok... Tıppp (kapak sesi).

Bu kurgu böyle uzadıya gider. Zaman geçer, olayın kahramanları yaşadıklarını unutur, hayata duraksadıkları yerden devam ederler. Vergicibaşı adam da başka bir olay örgüsünde yeniden başlar nara atmaya:”...benimm verdiğim vergiyle...!”. Hayata farklı açılardan bakma deneyimi edinemediği için rahat vicdanıyla “ben"i “biz"e tercih eder. Lakin terazisi bozuktur, kantarının kaçacak paslı bir topu bile yoktur vesselam. Sözün özü, bu kurguda kimse muradına erememiş, kimse kerevetine çıkamamıştır deyim yerinde ise.

Yerel siyasi gündemle hiç ilgilenmem. Şu yaşıma kadar Demokrat Parti’nim sadece ismini biliyorum. Bu yazıda demokrasi kavramı da markajıma girmiyor. Lakin okuduğum alan kitaplarında “demokratlık" diye bir psiko-sosyal arketip keşfettim. Elbette ilk kaşifi ben değilim, böyle bir iddiam yok. Yakın zamanda iki gözüm Kemal Sayar hocanın bir dergideki makalesini okurken içerikte gördüğüm, demokratlığın etik kriterlerinin adeta özetiydi yazdıkları. Bu da şurada dursun diye ajandama kaydettim sonra. Demokratlık deyince anladığım bu etik kriterleri şöyle aktarayım: birincisi özgürlükçülük, ikincisi çoğulculuk, üçüncüsü ise anti-otoriteryenlik. Hadi biraz açalım bunları...

Özgürlükçülük: eleştiriye açıklıktır. Birey -özellikle- yapıcı eleştirinin faydalı olduğunu, yapıcı olmayan eleştirinin de eleştiri olmadığını bildiği için kendini eleştiren kişiye kızmaz. Saygınlığını zedelettirmeden eleştiriyi medeni şekilde göğüsler. Özgürlük, eleştirme ve eleştirilme özgürlüğüdür. Kendine tanıdığın eleştiri hakkını muhatabına tanıdığın kadar özgürlükçü ve medenisin demektir.

Çoğulculuk: özetle farklı fikirlere saygı göstermektir. Hani bizim kitaplarda ve konuşmalarda sıklıkla duyduğumuz farklı fikirlerin, inançların ve kabullerin tek çatı altında kavga etmeden bir arada yaşadığı o ütopya var ya; tam olarak o çoğulculuk. Batı-Doğu tipi diye tasnif etmiyorum burada. Sadece çoğulculuk.

Anti-otoriteryenlik: bir şeyin veya kimsenin diğerine baskı kurmaması, tahakküm altına alma ihtiyacı hissetmemesi, ötekini sindirmemesi anlamına geliyor.

Bu üç etik ilke bir arada bulunduğunda demokratlıktan bahsedebiliyoruz. Teki veya bütünü ortadan kalktığında ise otoriterlik ortaya çıkıyor. Bir nevi narsisistik kişilik bozukluğunun evrim geçirip topluma mâl olmuş hali yani. Lider kişilik tipi başka bir konu. Kaldı ki lider kişilik tipi de demokratlığın etik ilkelerine tabidir.

2019 yılında dünya tarihine merak sardım. Gerçi hala merağım geçmiş değil. Antropolojiden arkeolojiye, sosyolojiden bilim tarihine, teolojiden coğrafyaya geniş bir disiplin ağına sahip araştırma ve inceleme yazılarını, kitapları temin ederek okumaya koyuldum. Avcı-toplayıcı insandan, birinci tarımsal devrime, coğrafi keşiflerden aydınlanmaya, akışkan moderniteden sekülerizme, en sonunda da post-trutha değin devasa bir literatür deryasına dalıp en sonunda tahta rıhtıma ayak basarak Bordeaux kıyılarına çıktım. Halk karaya çıkışımı ilginç bir şekilde coşkuyla karşıladı. Haydaa, sakin olun uşaklar, ben Yunus b.Metta değilim, kendimi buna psikolojik olarak hazır hissetmiyorum diyene kadar şehrin delisi beni ifşa etti. Meğersem beni Simone Beauvoir’in Fosca’sı zannediyorlarmış. Herkes işine gücüne dağılırken rahat bir nefes alarak yoluma devam ettim… ‘’Ne anlatıyorsun oğlum sen?’’ deyişleri duyar gibiyim. Tamam sakin, bağlıyorum.

‘’Orman Kanunu’’ diye bir şey var. Bilenler bilmeyenlere özet geçsin. Ormandasın. Tabiatın zor şartları içinde hayatta kalmak zorundasın. Maazallah karşına çita çıkar, boynuna boğa yılanı dolanır, ayı el ense atar; milyonlarca olasılık. Yamaçta dönerci olsa bir telefonla sipariş eder, yanına da ayran mis gibi yer, karnını doyurursun da yok işte. Mecbur avlanacaksın. Kaçarın yok. Gücün ve aklın neye ne kadar yeterse artık. Ormanın güzide sakinleri nasıl besleniyorsa sen de öyle besleneceksin. ‘’Büyük balık küçük balığı yer’’ yani. İşte orman kanunu tabiat piramidinde gücü gücü yetene deveran eden yeme, dışkılama ve hayatta kalma anlamına gelir ve bu idrake varan ilk kimse –belki de deniz ürünlerini çok sevdiği için- ‘’büyük balık küçük balığı yer’’ deyişi ağzından çıkıverir. İki gözüm sapiensim ise bir şekilde hayata tutunarak tarımı keşfeder, gelişim zinciri post-trutha değin sürer. Bilim adamları genetiğin de hafıza olduğunu söylüyorlar. Adamlar ispatlamış. İnanmıyorsan buyur çürüt. Tabiatın planyasından ilmek ilmek geçen sapiensin –deyim yerinde ise- içine işlediği yaşam tecrübesi yıllaaar yıllar sonra milenyum çağında yaşayan torunlarının hayatına da ce’eeee diyerek yansımaktadır. Tarihin her evresinde nüksettiği gibi. Şüphesiz bu, mutlak değil itibari kaderidir insanın; yani kaderinden bir parçadır. İnsanın yazgısı sürgit devam etmektedir. Geniş bir ummandır kader; insan da bu kaderin içinde akla ve iradeye sahip bir yüzücüdür.  Hangi yöne yüzeceğini kendisi belirler. Havsalasını kullanıp tabiattaki işaretleri takip ederek kıyıya da yüzebilir; derin bir kaygı ve boş vermişlikle okyanusun uçsuz bucaksız hudutlarında kaybolabilir de. Tabiat, insanın yaşam serüveninde ilk şoku sancılı da olsa atlattığı yerdir. Orman kanunu insanoğlunun buhranlı zamanlarına tekabül eder. Bu kanun ormanda tabiidir, ilkin güzeldir. Ama sonra? Metropole koşmayı sen tercih ettin sapiens. Bunun da bedeli medeniyetti. Bu bedel ödenmediği sürece orman kanunu metropolü kasıp kavurmaya devam eder. Yüz bin yıl önceki kemiklerin eğikti. Acı çektire çektire düzleşti. Yaşama olan gönül borcunu gözetmek, medeniyet ödevini yerine getirmek zorundasın dostum. Varoluşunu ve gelişimini inkar edemezsin.

Varoluşu ve gelişimin tabi seyrini sürdürerek -mutasavvıfların deyimiyle- insan-ı kamil olmayı hedefliyorsak, yolumuz muhakkak özgürlükçülükle, çoğulculukla ve anti-otoriteryenlikle kesişecektir. Dahası ol’manın ve olgunlaşmanın henüz keşfedilebilmiş başka bir yolu yok gibi görünüyor.

Hem toparlayalım hem de azıcık sü-i zan yapalım…

‘’…benimmm verdiğim vergiyle…!’’ diyen kişi muhtemelen evinde de eşine ve çocuklarına ‘’benim kazandığım parayla…!’ diyordur. Oysaki Allah Resulü (s.a.v.), (mânen rivayetle aktarıyorum), ‘’Kazandığın parada ailenin hakkı var!’’ diyor. Hani biz elhamdülillah Müslümanız, kalbimiz temiz ya, dank etti mi?

Restauranta gittiğinde, herhangi bir kusurla karşılaşırsa müesseseyi aşağılıyor, kibirle garsonlara çemkiriyordur.

Trafikte seyir halinde iken sabırsızca kornaya abanıyordur.

Hizmet sektöründe terör estiriyor, ticaret sektöründe küçük balığı kovalıyordur.

Hastanede –verginin sağladığı nedenselliğe dayanarak- sıranın sonunda erketeye yatıp sırası gelmeden boşluğa sıvışmayı kolluyordur.

Vergicibaşı arkadaşımız ‘’Din adamları hem faize haram deyip hem de faiz yiyorlar!’’ diye kamuoyu devşirirken, diğer taraftan en son aldığı aracının 28.taksitini ödemeyi yetiştiremediği için bankadaki müşteri hizmetlerini borç yapılandırması talebiyle meşgul ediyor; vadeli altın hesabında faizli kazanca yatırdığı birikimini katlıyor; bir önceki aracının kusurunu alıcıya söylemeden sattığı için, telefonundaki cevapsız çağrıları ve argolu mesajları umursamıyordur.

Benim nacizane önerim, bu bakış açısına sahip olan arkadaş vergisini vermiş. Lütfen zorluk çıkarmadan kendisine öncelik tanıyalım. Muhtemelen yoğundur, başka işleri de vardır. Zaman kaybetmesin. Hatta –mümkünse- belediyelerin yaşlı, gazi ve engellilere (kime ne verilir tam bilmiyorum) verdiği ücretsiz ulaşım kartlarından bir tane de kendisine verelim. Su faturasını bir hayır kurumu ödesin. Elektriği falanca dernek. Ne bileyim benim aklıma gelenler bunlar. Bir kolaylık sağlayalım da mutlu olsun arkadaş. Sakinleşsin, huzura ersin. Kendisi de rahat etsin biz de rahat edelim.

Sevgili sadık okurum, buraya kadar sabırla bana eşlik etmen benim için büyük bahtiyarlık. Son deyişleri de yaparak kara mizahımızı bitirelim diyorum ne dersin?

Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktığımızda vergi kelimesi birincisi isim, ikincisi mecaz olmak üzere iki anlamıyla karşımıza çıkıyor. Birincisi, kamu hizmetlerine harcanmak için hükümetin, yerel yönetimlerin doğrudan doğruya veya bazı malların fiyatlarının üstüne koyarak dolaylı yoldan herkesten topladığı para. İkincisi ise, bir kimsenin doğuştan sahip olduğu iyi nitelik.

Benim anladığım, vergi denilen şey verilen bir şey. Not, ben devlet değilim; sizin gibi bir vatandaşım. Vergi verildikten sonra kamuya ait olur. Kamu otoritesi de bu vergiyi kamu hizmetleri için kullanır. Kamu hizmetlerini talep etmek her vatandaşın hakkıdır. Fakat bilmeliyiz ki vergiye ve hizmet talebi hakkına dayanarak imtiyaz talep etmek bir hak değildir. Böyle bir talep kamu olgusunu zedeler. Eskiden benim-senin-onun olan şey, artık hepimizindir. Biz dedikten sonra da benim-senin-onun demek vatandaşlık ahlakına pek uygun düşmemektedir. Kamu/biz dairesinden dışarı taşmamaya özen göstererek süreçle ilgili tespit, eleştiri ve önerilerinizi yetkili kurumlara iletebilirsiniz. Benim için vergi bahsi burada kapanmıştır.

Ne diyor Jean-Jacques Rousseau, ‘’Eğer bize dünya üzerinde ölümsüzlük sunsalardı, kim böylesi kederli bir varoluşu kabul ederdi?’’

Ne diyor Mevlana,‘’Ayna nakışsız bir halde ise, üstünde bir şey, bir toz yoksa değer kazanır. Çünkü o zaman tertemiz olur da bütün nakışları aksettirir. Gönül aynası dünya sevgisi tozundan, nefsani arzulardan temizlenir, pak ve saf bir hal getirilirse, orada su ve toprak nakışlarından başka şeyler görürsün. Gönül aynasında hem resmi, nakşı görürsün; hem de resmi ve nakşı yapanı; hem devlet, saat yaygısı seyredersin hem de onu yayanı ve döşeyeni.’’

Ne diyor Risalet Penâhi Efendimiz (s.a.v.):’’Mümin müminin aynasıdır.’’

Önceki ve Sonraki Yazılar