Yaşar VURAL-Eğitimci

Yaşar VURAL-Eğitimci

DARBELERDE HARBİYELİ OLMAK

A+A-

       Devletin, milletin kendisine verdiği görev ve yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle sadece kendisinin değil, gerçekleştirdiği fiil dolayısıyla yüzlerce, binlerce insanın geleceği ile oynayanlara verilebilecek en ağır ceza ne olurdu? Çetin bir soru değil mi? whatsapp-image-2021-03-08-at-13-09-40.jpeg
Talat Aydemir ismini duymuşluğum vardır. Ancak bu serkeş subayın 1962 ve 1963’teki darbe girişimlerinin sebep ve etkilerini hiç okumamıştım. M. Halistin Kukul Hoca’mın “Darbelerde Harbiyeli Olmak”  kitabını okuyunca yazımın girişindeki bu soruyu da kendime sormadan edemedim. Kişisel kin ve hırslarını millî menfaatlerin önüne geçirmenin türlü kılıfları vardır. Kendinize ve yol arkadaşlarınıza bir düşman yaratır, memleketteki olumsuz durumları lehinize kullanmaya çalışırsınız. Ülkemizdeki darbe ve darbe girişimlerine bakılırsa durumun üç aşağı beş yukarı böyle olduğu görülür. Ancak bu toz duman arasında kendi iradesi dışında bu hengâmeye sürüklenen, mecbur bırakılan, seçim hakkı tanınmayan yüzlerce, binlerce vatan evladı hep göz ardı edilir. Halistin Kukul hocam “Darbelerde Harbiyeli Olmak” kitabında özlemiyle yanıp tutuştuğu bir Türk subayı olamaya ramak kalmışken Kara Harp Okulunda Talat Aydemir’in başını çektiği 21 Mayıs 1963 darbe girişiminden sonra ordu ile ilişiğinin nasıl kesildiğini anlatıyor. Onunla birlikte darbeyle ilişiği olsun olmasın 1459 Harbiyelinin ordudan atılışının hikâyesi bu anılarda gün yüzüne çıkmış. 
Halistin Kukul Hoca’mı şahsen tanırım, birçok kez sohbetinde bulundum. Kara Harp Okulundan ilişiğinin kesildiğini kendisinden duymuştum ancak detaylarını dinleme fırsatım olmamıştı. “Darbelerde Harbiyeli Olmak” kitabında hem bu olayın detaylarını öğrenmiş hem de daha önce pek bilmediğim 1962 ve 1963 darbe girişimleri hakkında birinci ağızdan bilgi edinmiş oldum.
Son dönemlerde hatıralara özel bir ilgim olduğunu belirtmeliyim. Türk milletinin hayatında önemli dönüm noktaları var ve bu dönüm noktalarından yolları geçmiş, olaylara dahli olmuş yahut onlardan etkilenmiş isimlerin hatıraları ihtiyacımız olan “anlama” ve “analiz etme” fırsatını bize vermektedir. Bu sebeple 21 Mayıs 1963 darbe girişiminin mağduru olan “Harbiyeli” M. Halistin Kukul’un kaleminden dökülenler hem o günleri daha iyi anlamamıza hem de moda tabirle kendisi dışında gelişen olayların mağduru olan öğrencilerle “empati” kurmamıza vesile oluyor. Sonra şu soruyu soruyor insan kendine: “Acaba emir komuta zincirinin esas olduğu ve sorgulamanın katiyen yapılamadığı bir sistemde aldatılarak bir yerlere sürüklenen bir subay namzedi (adayı) ben olsaydım böyle bir durumda ne yapabilirdim?”
Halistin Kukul Hoca’m hatırasının başında şöyle diyor: “Beni benden daha iyi bilen varsa buyursun anlatsın… Mümkün değil! Zaten ben de başkasını kendisi gibi anlatamam… Bu bakımdan, anlatacaklarımın mühim olduğunu düşünürüm! Göz önünde bulundurduklarımın biri menfaatlerim ve zararlarım; diğeri ise memleketimin, vatanımın ve Türk milletinin menfaatleri ve zararları. Kâr-zarar hesabı yapmıyorum… Mesele iktisadi değil, zihnî ve Kalbî!”  Şu an 78. yaşını sürmekte olan Halistin hocamız hatıralarını yazma gerekçesini samimiyetle böyle ifade ediyor. 
Kitap “Köy Hayatım, Askerî Liseye Gitme Kararım, Son Durak: Kara Harp Okulu” olarak üç ana başlığa ayrılmış. Kitap, adı dolayısıyla Halistin Kukul’un sadece Kara Harp Okulundaki hatıralarını ihtiva ettiği düşünülebilir ama öyle değil. Halistin Hoca, bu kitapta ilk çocukluk çağlarından yirmili yaşlarının başına kadar yaşadıklarını anlatıyor. Özellikle birinci bölüm (Köy Hayatım) Doğu Karadeniz bölgemizin coğrafyası, kültürü, insan ilişkileri bakımından eşsiz ayrıntılar sunuyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın da etkisiyle ülkemizde yaşanan kıtlık ve yoksulluk karşısında insanımızın özellikle yöre insanımızın yokluk, yoksullukla ve hastalıklarla mücadelesi yazarımızın doğal betimlemeleri ve samimi anlatımıyla hem dimağımıza hem kalbimize yerleşiyor. Bu ilk bölüm o bölgenin o yıllarda hayatında olan birçok kavram, nesne, malzeme, iş ve uğraşla ilgili bilgiyi de folklor hazinesi gibi kayıt altına alıyor. Bunlardan misal vermek gerekirse: Bileki ocağı, cızlavet ayakkabı, yal küleği, kufa, kıyılı, serender, elaf yapmak, tırmaç bağı, güğüm, ibrik, maşrapa… Bu kelimelerin çoğuna yeni nesil aşina değil. Oysa bunlar bugün bir gönderge olmanın ötesinde o günlerde hayatın kendisiydi. Kitapta Beşikdüzü ve Vakfıkebir ilçelerinin adlarının nereden geldiği, o dönmedeki ekonomik ve sosyal durumları hakkında da malumatlar var. Bunun dışında Erzincan Askerî Lisesi sınavları için Trabzon’dan Erzincan’a yapılan yolculukla ilgili ayrıntı ve betimlemeler değme hikâyeleri aratmıyor. Yine misal verelim (Halistin Hoca’m “örnek” kelimesini sevmez!):
“Austin Kamyon, Zigana Dağlarının zorlu yollarında, çamlıklar arasında inleyerek ilerleyebiliyordu. Âdeta horulduyordu. Kaç defa aşağıya inip onu itelemek geliyordu içimden… (…)
Güneşin tam karşımdan doğarak ışığının içeriyi aydınlatmasıyla ve o zamana kadar hiç duymadığım bir gıcırtıyla uyandım. Karşı tepeye âdeta bitişik hatta teğet vaziyette kıpkırmızı, koskocam güneşi görünce hayret ettim. Güneşi bu hâliyle ilk defa görüyordum. Hem çok büyük hem de çok yakınımdaydı. Bizim oralarda bulutların arasından çıktığı zamanlarda gördüğüm güneş, burada ne kadar da berraktı, işte ‘güneş benim!’ diyor ve hakiki çehresiyle kendini gösteriyordu. Çok harikaydı! Bizim evden bakınca, sabahları açık havada, Yeros üzerinde doğan güneş de böyleydi ama bu kadar yakınımda hiç olmamıştı”  
Kitabın ikinci bölümü Erzincan Askerî Lisesi hatıralarına ayrılmış. Halistin Hoca’nın bu bölümde de rutin askerlik eğitimi dışında değerli gördüğüm tespitleri var. Özellikle okul yemekleri ile ilgili düşüncelerini buraya almak istiyorum: “Öğünlü, muntazam yemek yemeye askerî lise hayatımla başladığımı söylemiştim. Bu bir sır değil ve Türkiye’nin gerçekleriyle tam uyumludur. Bütün zorluklara rağmen aziz Türk milletinin vergileriyle, devlet bize iyi bakıyordu. Biz de onun karşılığını vermeliydik. İçtimalarda olsun, dershanelerde olsun sınıf subaylarımız ve hocalarımız bize sık sık: ‘Evlâdım, bu yediğiniz yemekleri biz evimizde yiyemiyoruz. Bunun kıymetini bilin ve çalışarak bunu kendinize helâl ettirin!’ derlerdi.”  Bu ifadeleri okuyunca Tarım Meslek Lisesinde yatılı kalan öğrencilerimizin okula gelen yemeklere burun kıvırışları aklıma geldi. Birçoğunun biliyordum ki evlerinde üç öğün ve üç çeşit yemek pişmezdi. Pişenler de genelde aynı şeylerdi. Oysa kahvaltı dışında öğrencilerimiz öğle ve akşam öğünlerinde üç çeşit ve farklı yemekler, bunun yanında meyve ve tatlılar yiyor ancak çeşitli bahanelerle yemekleri beğenmiyorlardı, bazıları da yemekleri protesto etmeye kalkıyordu. Bazen yemeklerin kötü pişirildiği ve soğuk geldiği olurdu. Ama bu süreklilik teşkil etmezdi. Peki bu yemekleri beğenmeyen öğrencilerimiz devletinin kendilerine sunduğu imkânlar karşısında ne yapıyordu, en ufak bir minnet göstergesi var mıydı? Şüphesiz hepsi vefasız değildi ama nankörlük illetinin milletimize epey zamandır bulaştığını da bu vesileyle belirtmiş olayım. 1950’li yılların sonundaki yatılı okul tablosu ile 2000’li yılların ilk çeyreğindeki tablonun mukayesesi olarak bunu bir yere not edelim. 
Kitabın sıklet merkezi ve Halistin Hoca’nın hayatının dönüm noktası olacak olaylar dizini üçüncü bölümde yer alıyor: Son Durak Harp Okulu. Halistin Hoca için kırılma noktası için Erzincan Askerî Lisesi’ni bir yıl uzatması olarak söylemek daha doğru olur sanırım. Eğer Halistin Kukul, Erzincan Lisesini bir yıl önce bitirmiş olsaydı, Kara Harp Okuluna bir yıl önce geçecek ve haliyle Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’teki darbe girişiminden önce mezun olmuş ve subay olarak ordudaki vazifesine başlamış olacaktı. Ancak Halistin Kukul Tarih dersinden ikmale kalmış ve sözlü sınavı veremeyerek bir dersten okulu uzatmıştır. Bu bir yıllık gecikme Kara Harp Okuluna da bir yıl geç başlamasına ve hâliyle mezuniyetinin bir yıl uzamasına sebep olacaktır. -Tabi darbe girişimi olmamış olsaydı mezun olacaktı- Erzincan’da bir yıl kaybetmek, tabir yerindeyse Halistin Hoca’ya pahalıya mal olmuştur! 
Talat Aydemir’in başarısız iki darbe girişimi ile ilgili kaynaklarda doyurucu bilgiler bulunabilir. Onun akıbetinin ne olduğu da öğrenilebilir. Ama onun bu akılsız ve vicdansız davranışının bedelini o dönem Kara Harp Okulunda öğrenci olan 1459 subay namzedi ödemiştir! Bu bedel ödeyenlerden biri de o darbelerde Harbiyeli olan Mehmet Halistin Kukul’dur! Kitabı okuduğunuzda 60 yıl önce yaşananların ardından ülkemizde birçok şeyin hiç değişmediğini idrak edebiliyorsunuz. 
Kitapta öne çıkan ya da şöyle söyleyelim, benim kitaptan çıkardığım şu sorular önemli: 
Gece yarısı kalk borusu ya da tehlike alarmıyla içtimaya çıkarılıp apar topar göreve diye gönderilen öğrencilerin “tercih” yapabilme ya da sorgulama selâhiyetleri olabiliyor mu? Ya da mesleğinin henüz başındaki bu öğrencilerin hangi hadisenin millet yararına hangisinin millet zararına olduğunu kestirebilme kabiliyet ve öngörüsü yeterli midir? 
Bir diğer soru da emir komuta zinciri içinde hareket eden bu kurumlarda görev alan kötü niyetli amir veya komutanlar asıl niyetlerini öğrencilerin tamamına açıklıyor ve onlara bir tercih hakkı sunuyorlar mı? 
Milletin emanetleri olan askerî öğrencileri devletin kendisine verdiği yetkiyi kötüye kullanan muvazzaf veya emekli subayların sergüzeştlerinden, kalkışmalarından, hainliklerinden koruyamayan devletin hiç mi suçu yok?
Halistin Kukul bu eserinde kendi başına gelenleri anlatıyor görünürken aslında milletimizin 1960’tan beri maruz kaldığı darbe gerçeğine farklı bir açıdan yaklaşıyor. Türk milletinin şerefli bir subayı olmayı hayal eden ve onun için 6 yılını harcayan bir gencin bu imkânın elinden alınışının hikâyesini değil bilakis gerçeğini okuyacaksınız. Ve sonra da benim yukarıda sorduğum soruları soracaksınız kendinize…
 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.